23 Kasım 2014 Pazar

Yarı aşık

  Kitap okurken amaç katili bulmak değil de katilin duygularını anlamak, gerçek hayatta çok da rastlanmayacak bir şekilde katille empati kurmaktır ya severken de amacın mutlu sona ulaşmak değil yalnızca sevmek, saf sevmek olduğunu düşündüm. Asli faili feri faili aramanın yersiz olduğu çoktan kapatılmış hesaplar dairesinde. Çok kere düşünmüştüm bunu şüphesiz, başka bir teşbihle başka bir debdebeli gün ertesinde. Yalnızca olayların deja-vusu olmaz ya düşüncelerin de dejavusu olur dedim kendime esenlikle. İçim huzurla doldu. Fevkalede şeyler düşünmekten çok düşünceyi fevkalade neticelere bağlayan insan saadetiyle.
Gururu çok aşındırmadan, gelecekle yaşamadan, tatlı tatlı anın yaşandığı bir sevda belirdi gözümde. Ama sevda kelimesi de öyle haybeye bir şey değildi ki. İvedilikle vazgeçtim bu düşünceden, benim polyannalığım bile bunun üstünü örtmüyor, ayakları hep açıkta kalıyordu. Kapsıyordu sevda; içinde hüzne, mutluluğa, aşka dair ne varsa bulunan lügatı, matematikçi tabiriyle.
 Hani aynı gece aşık gözleri nemli izlerken yıldızları, maşuğunun belki mutlu ve hayran bir şekilde izlediğini düşünür de çıkışamaz ya yıldızların nispet yapan güzelliğine, o zaman bir yanı da umudunun tozunu alır, yeniden parlatır umudunu; işte aşk böyle. Mutsuzken maşuğunun belki de mutlu olduğunu hesap edip huzuru kaçırmaktan kaçmak gibi. İncelikten öte bir şey... 
Aşk hakkında düşüncelerim bir bir akarken yılardır yerinde duran hüznümün başrol oyuncusu, gözümün hep takıldığı trafik lambasının gölgesi asabımı bozdu bu gece. Başta hiç ses etmedim. Kadirşinasım ya. Az dinlemedi gözlerimden okunan kederimi.  Az dinlemedi sevda türkümü. Az şiir yazdırmadı mesnetsiz. Durup dururken rahat batar da olmadık şeyden kıllanıp nazlı bir edayla kavga çıkarmaz mıyız ? Trafik lambasının gölgesiyle kıyasıya dövüşmek istedim bu gece. Şeytan nasıl uyladı tıynetsiz. Uyladığını biliyorum da bir yandan da şeytanımı okşuyor gibiyim. Durumdan hiç memnun değilim de bir yandan da sobaya ateş atar gibiyim. Sonunda çok pişman olacağımı biliyorum da yine de şirazeden çıkmak  istiyor gibiyim. ‘’Sonunu düşünen kahraman olamaz ‘’diye kendine haklı sebepler çıkaran düşüncesiz gibiyim. Neysem neyim bu gece durduk yere huzursuzluk çıkaran yarı aşık gibiyim…Kahve ısmarlasam hiç uyumasa da sabaha kadar kıyasıya dövüşsek diyorum.  Nasıl hırssa. Bunlar hep çok sevmekten diye düzüyor sahtekar yanım. Hadi ordan canım! Asabımı bu denli bozan o gayet fuzuli gerekçe neydi kim bilir. Belki gözünün üstündeki kaşı, belki caddeye düşen açısı... İşte ayrıklıklar da hep böyle;  Hiç sebepsiz.

22 Kasım 2014 Cumartesi

Bu Bir Hayran Mektubudur!

''O'nda ne buluyorsun?'' diye soranlara, '' O'nda Tanrı'nın dokunuşu var.'' diye cevap veriyordu. Kelimelerin biraraya gelip uçsuz bucaksız bir duyguyu bir cümle haline getirebilmesi ne muazzam şey diye düşündüm bir müddet. Ne zaman güzel bir cümle görsem, uzun uzun bakarım, hayretle. Binlerce kelime içinden cımbızlanıp uyumlu bir şekilde biraraya gelişlerini kutlarım.

Bir elma ağacı kendi başına bir tuvaldir; elması Adem ve Havva'nın ihtiraslarıyla renklendirilmiş yağlı boyasıdır ve bütünü toprağa iliştirilmiş bir sanat eseri.

Gökyüzü üç boyutlu bir tuvaldir. Gündüz bakarsan, mavi bir zeminde özgürce atılmış bembeyaz fırça darbelerini görürsün. Gece bakarsan, eşsiz lacivetliğin üzerinde yıldızları etrafına pervane eden göğün tanrıçası ay'ı görürsün. Yıldızlar bazen ay'a olan aşklarını dans ederek gösterirler. İnsanlar buna ''yıldız kaydı'' derler.

Böylece dünya açtıkça çoğalan bir matruşka gibi bir resmin içinde binlerce resmin olduğu baktıkça genişleyen bir yağlı boya tablosu olur. Dünya Tanrı'nın tuvalidir, kusursuzca resmettiği, ve kelimeler yazarın dansçılarıdır, ahenkle dans ettirdiği...

Hayatta beni ilk kez karşılaştığı dünyayı anlamlandırmaya çalışan bir bebek hayretinde bırakan iki şeyden ilki Tanrı, ikincisi sihirli kelimeler... Ve ikincisiyle uğraşıp kelimeleri dans ettiren arkadaşıma minnetler. Ahenkle dans eden dansçıların bol olsun, güzel insan!

Nice yıllara ''Ucuzdüzen'' .



Buraya da Maslow'un güncellenen İhtiyaçlar Hiyerarşisini bıraktım. Ucuzdüzen'de bilinmesi en mühim şeylerden biri nihayetinde. ;) (Hunharca gülüyor)






'' PEK YAKINDA'

'Senaryosunu Cem Yılmaz'ın yazdığı ve yönettiği Pek Yakında filmini çekilmeye başladığından beri merakla bekliyordum. Bu merakın oluşmasının en büyük aktörü de Cem Yılmaz'ın film çekimlerine başlamasıyla eş zamanlı olarak İnstagram'da hesap açması ve hatırı sayılır miktarda Pek Yakında filmi ile ilgili gelişmeleri kendi üslubuyla takipçileriyle paylaşması oldu. Paylaşımlar çok ilgi gördü. Cem Yılmaz belki de teaser çalışmasının bir bölümü İnstagram üzerinden başarıyla gerçekleştirdi diyebiliriz.

  Film, hayatını korsan DVD satarak kazanan Zafer karakteri etrafında dönüyor. Zafer yasa dışı işlerle uğraşan, başı beladan kurtulmayan ve bu yüzden karısıyla boşanma raddesine gelmiş bir adam. Karısının boşanma kararı almasıyla Zafer değişmeye karar verir. Usülsüz tüm işleri bırakıp film çekmek ister. 1970 yılından beri çekilmeyi bekleyen fantastik fim ''Kötülüğün Sonu-Şahikalar'' filmini figüranlık yaptığı dönemdeki arkadaşlarıyla birlikte çekmeye başlarlar. Ve Zafer'i film çekimleriyle beraber duygusal  ve komik bir macera bekler.

Cem Yılmaz bu filmiyle AROG, GORA gibi fantastik komedi filmlerinden sıyrılıp çok sevdiğim ''Her Şey Çok Güzel Olacak'' filmindeki gibi komedi ve dramı birada ele alıyor.  Her Şey Çok Güzel Olacak'taki Altan karakterine çok benziyordu Zafer. Her ikisi de biraz haylaz, evliliği beceremeyen ama karısını seven, iyi kalpli, munzur, hayalperest karakterlerdi. Beni içine almasının en büyük etkenlerinden biriydi diyebilirim. Bir de Mazhar Alanson'un yer aldığı kısa bir sahnede Her Şey Çok Güzel Olacak filmindeki unutulmaz ''Bilemiyorum Altan'' repliğine telmih yapmasıyla yeşilçam filmlerinin yanında sevilen filmine de selam çakmadan geçmedi Cem Yılmaz.


 Nurgül Yeşilçay, Mazhar Alanson gibi konuk oyuncuların bulunduğu filmde beni en çok etkileyen konuk oyuncu Sunay Akın oldu. Oğlunu Oyuncak Müzesi'ne götüren Zafer orada aynı zamanda müzenin kurucusu Sunay Akın'la karşılaştı ve Sunay Abi o güzel üslubuyla Attila İlhan ile ilgili anektotunu paylaştı. Oyuncak Müzesini gezmiş, hayran kalmış ve Sunay Akın'ı da seven biri olarak bu ayrıntı beni kalbimden vurdu diyebilirim.

Merakla beklediğim filmi vizyona girişinin ikinci gününde böylelikle seyretmiş oldum. Ve film boyunca simidi bitmesin diye yavaş yavaş yiyen Kemal Sunal gibi bitecek endişesiyle seve seve izledim. Eğer Cem Yılmaz olmasından mütevellit yüksek bir ''karnını ağrıtana kadar güldüren komedi filmi'' beklentiniz yoksa beğeneceğiniz bir film olmuş, tavsiye ederim.

 Şimdi gelelim sayfama Bunlar Hep PR ismini vermeme sebep olan filmdeki o repliğe ve yansıtılan PR algısına...

  Öncelikle filmde yalnızca PR mesleğine değil İletişim'in her alanını yakından ilgilendiren enstantaneler var. Reklamcılık alanında sıklıkla kullanılan ürün yerleştirmeler (pepsi,fruko,yedigün,turkcell) yer alıyor, Cem Yılmaz ürün yerleştirmeyi yaptığı ironik esprilerle eleştirir gibi yaparken güzel yerleştiriyor.

  Bir diğer iletişim dalından dikkat çeken ve bizi ilgilendiren enstantane ise, karakterlerden birinin PR olması ve bir oyuncunun imajının toplum önünde zedelenmesi için ona başvurulması. PR olarak görevlendirilen kişi meşhur oyuncuya çeşitli tuzaklar kuruyor ve onu itibarsızlaştırıyor. Zafer karakteri de birçok yerde munzur bir şekilde ''bunlar hep PR'' diyor.

Cem Yılmaz PR mesleğini ele alış biçimiyle mesleği itibarsızlaştırdığıyla eleştirilse de ben pek öyle düşünmüyorum açıkçası. Şu bir gerçek ki, PR'lar itibarı güçlendirmeye dayalı birçok çalışma yaptığı gibi itibarı düşürmeye dayalı da çalışma yapmaktadırlar. Bu tamamen PR'ın etik ve ahlak anlayışıyla ilgili. Ayrıca yalnızca PR mesleğinde değil tüm mesleklerde bu var. Bir trafik polisinin rüşvet aldığı bir sahnenin çekilmesi tüm trafik polislerinin rüşvet aldığı anlamına gelmediği gibi itibarsızlaştırma çalışması yapan bir PR sahnesinin çekilmesi de tüm PR ları yalnızca itibarsizlaştırmaya dayalı çalışma yapan hain bir meslek yapmaz. Meslek hassasiyetine kapılıp savunmaya geçmenin yersiz olduğunu düşünüyorum.

 ''Thank you for smoking'' filminden hafızama kazınan, ''bu mesleği başarıyla yapmak istiyorsan gevşek bir ahlak anlayışına sahip olmalısın'' repliği geliyor aklıma. Katılırız ya da katılmayız böyle bir bakış açısı var ve görüldüğü üzere yaygın bir durumda.





Kar

Karanlık beni yazmaya çağırıyor. Bunca beklettikten sonra yağan kar, atkısını sıkı sıkı sarınmış, montuna sinmiş halleriyle acizliğini hatırlayan insan silüetleri. Caddenin heybeti, yan binadaki elinden sigarasını düşürmeyen düşünceli adam kim bilir neye içiyor şimdi?
Hayatın bitmeyen telaşı ve önünüze çıkıp duran engelleri yazmayı daha değerli kılıyor.  Kokusunu burnunuzda tüttürüyor kelimelerin ahenginin. Sizi bile şaşırtan öykü sonlarının özlemiyle dolaşıyorsunuz. Önünüze dikte edilen sistemin içinde boğuluyorsunuz kimi zaman. Kar yağıyor şimdi. Benim her tanesine ne anlamlar yüklediğimi bilmeden yağıyor kar. Hiçbirinin yeryüzüne inerken yaptığı manevraları kaçırmak istemiyorum. Ama mümkün olmuyor. Çayımın buharına fon yapıyor eşsiz kar taneleri. Mesela şu inen kar tanesi hırçın yanıma ne çok benziyor. Ezip geçesi var parazit yapan tüm kar tanelerini. Engellerden nefret edercesine aceleci, öfkeli. Kim bilir neye bu kadar öfkesi?
Penceremin önünde ekmek kırıntılarını yiyen güvercinin tepesine kondu şimdi, bir başka kar tanesi. Merhametimi hatırlatıyor bana, fedakarlıksever oluşumu. Ve bu yüzden kendimi hep ihmal etmelerimi. Konduğu güvercinin yüreğini okşayıp ısıttığı besbelli. Kim bilir kim buz tutturdu onun yüreğini?
Şu ağacın dalları arasından süzülene bak şimdi. Hemen göze çarpıyor bak. Dudaklarında şarkı, diğer kar tanelerinin elinden tutup dans etmek istercesine coşkulu kendisi. İçimdeki müthiş yaşam sevincini hatırlatıyor bana. Seriyor gözlerimin önüne Tanrı beni. Bir başka varlık içinde bir başka suretle… Ahh! Minik kar tanesi tam da elinden tutup dans etmek istediklerin alırsa içinden yaşama sevincini şaşırma e mi? Şaşırma narin Berfu’m. Manzaraya dalmışken gözüme ilişen kar tanesinin üstünde dinlediğim şiire kulak kesiliyorum şimdi: ” Bu bahar hazır, akılsız bir yeşermenin şahane hasadına, hazır nurtopu gibi bir yaşama sevincini kucaklamaya.” Senin anlamın bu olsun minik Berfu, şiir ol sen ölümsüz ol.
Çayımı yudumluyorum şimdi afiyetle. Ama ona anlamlar yüklemek istemiyorum. Kar tanelerinin kaderini yaşatmak istemiyorum ona. Nedensiz olsun istiyorum çayı içişim. Nedensiz olsun onu sevişim. Anlamlara boğup sırtına ağır yükler bindirmek istemiyorum. Bana neleri hatırlattığını bilsin istemiyorum. Boğazımdan inerken nereleri acıtıp nereleri ısıttığını bildirmek istemiyorum ona. Hay aksi! Resmen bildiriyorum.
 Yeşil pencereleri olduğu için mutlu görünen evin önündeki ağaç dallarının karışıklığının aslında o evin yaşam kargaşasını aksettirdiğini bilme sen. Bacası üten, sobasında kestane közlenen, sıcacık muhabbetlerin çevrildiği haneler hala var sen sen, bilme. Yıllardır seni dert ortağı bilmişler, demini yudumlayıp karşılığında dertlerini akıtmışlar sana. Ahh ne fena! Gel bir güzellik yapayım ben, hiçbir derdimi bilme. Anlatıp sıkmayayım içini gel. Gel tıngırı yolunda bir hayat sürüyorum san sen. Zaten hep öyle sanmıyorlar mı?
 Tahammülsüz olduğum şeyleri, kimseleri bilme. Her insanda sevilecek bir parça bulduğumu, yalnızca sürekli hayıflanan ve olumsuz düşünen insanlarda sevgi parçacığı bulamayışımı bilme. En çok da bu minvaldeki insanların ruhlarından kaçmak isteyişimi, beni hayattan nasıl soğuttuklarını bilme. Sıkmak istemem seni sıkıcı insan manzaralarıyla. Sana sadece çay muamelesi yapayım gel. Kanıma girip bela alma başına. Yaşamak istediğim hayatın bir binadan çıkıp ötekine girmek olmadığını ve bu sirkülasyonda savrulmanın ruhumu ne kadar acıttığını bilme. Bir sabah karavanda uyanmak isteyişimi bilme, gündoğumunda güneşi karşıma alıp elime yüzüme bulaştıra bulaştıra resim fırçalamak isteyişimi bilme. Duyarsan gülme bana. Gittiğimiz kampta ikimizin de sesinin güzel olmayışına aldırmadan sevdiğim adamla şarkı söylemek istemelerimi bilme. Ağaç liflerinden ağ, etraftan bulduğumuz dikenlerden de kanca yapıp balık tutmak istemelerimi bilme. Rezilce bu. ” Bu kadar uğraşmaya ne hacet olta varken.” diyip sıkma canımı. Hatırlatma bana her şeyde mantık arayan insan evlatlarını! Açtırma benim bayramlık ağzımı kederli çay, ne güzel demleniyoruz şurada. Gardını kuşandığı için güçlü görünen insanların aslında senden benden zayıf oluşunu bilme. Geceleri yastığa kapanıp ağlamalarını, bir şarkıyla uzaklara gidip dönemediklerini bilme. Kanıma girme kederli çay. Beni benden alma. O’ndan beni al, bana getir. Yeni ufukların yolunu göster bana; hiç halim yok benim… 
Seni hep birbirlerine ısmarladılar. Sahi bir şey ısmarlayan olmadı mı sana hiç? Gel ben sana bir şiir ısmarlayayım. Senin dumanında kayboldular hep, gel sen bu şiirin dizelerinde kaybol. Bana da bakma, pundunu bulursan derdini de aç. Sarar seni dinler usulca. Hadi bu iyiliğimi de unutma.
http://www.youtube.com/watch?v=K5RgGuWXMdY
Okuyucusuna muhabbetle